Month: July 2017

Kulakların pasını silen adam

Lefkoşa Belediyesi Orkestrasından ne zaman söz edilse, ülkemizde adı orkestra ile özdeşleşmiş bir isim akla gelir. Bu isim Can Sözer’dir. Onla ve eşi Çiğdem Dürüst ile bire bir tanışıklığımız sosyal medya tweter hesaplarımız vasıtası ile oldu. Can Sözer olsun Çiğdem Dürüst olsun her ikisi de kendi yetenek, özellik ve kişisel başarıları ile bilinmekte olan toplumumuzdaki başarılı isimlerdir… Can beyle ,Lefkoşa’da telefon satan ünlü bir işyerinde karşılaştık. Ona, beni tanıdınız mı diye sordum, belli ki ilk anda sorduğum soruya yanıt alamayacaktım. Kendimi tanıttım epey konuştuk, hatta o gün günümüz modasına uygun selfie bile çektik. Müzik denince babadan kalma bir sevgi seli daima üzerimizde var olandır. İlkokul çağlarında abim dahil biz üç kardeş Bedelyan Efendiden ders alıp Ingiltere’den gelen öğretmenler huzurunda imtihana girenlerdik…Müzik sevgimiz yıllar öncesine dayanır… Ülkemizin kendi sanatçılarına da ayrı bir hayranlığımız vardır…Daha yazmak istediğim bir çok sanatçı vardır… Can Sözer ile başladım …Can Sözer orkestra şefi olarak, gerek gördüğü eğitim, gerek engin müzik bilgisi ,gerekse sanatçı kişiliği, giyimi, saçı ve espirili duruşuyla toplumumuz içinde sevilen ünlü bir sanatçımızdır. LTB orkestra şefidir…Onu yazmaya karar verdiğim, andan itibaren Lefkoşa belediyesinin web sitesine, yine telefoniyen konuştuğumuz Can Sözer ‘in önerisi ile bilgi edinmek açısından girdim. Süreç içerisinde orkestranın ilk ciddi çalışmasının 1983 yılında İlkay İdris ile Hüseyin Kemal Moral aracılığı ile o zamanın Belediye Başkanına istekleri olan bando kurulmasının iletildiğidir. LTB başkanı Sayın Mustafa Akıncı tarafından gerekli hazırlıklar yapılmış isede, bu ilk girişim, mali sıkıntılar nedeniyle yarım kalmıştır. 1991 yılında belediye başkanı Sayın Burhan Yetkili ‘nin aldırdığı belediye meclis kararı ile kurulan topluluk için İlkay Idris’e , eğitmen olarak Can Sözer ve Hüseyin Kutruza yardım etmişlerdir. Bu eğitmenler sayesinde icracılar ile ilk dinleti konseri, Atatürk Kültür Merkezinde vermişlerdir.O yıllarda daha ziyade ingilizce şarkılara ağırlık verildiğini telefon konuşmamızda dile getiren Can bey ilk dinletideki şarkı adını hatırlıyormusunuz diye sorduğumda tereddütsüz ‘Release Me ‘ olarak vermiştir. 1994 yılına kadar geçen sürede orkestra kendi personelini yetiştirme çabası içinde olmuştur…Bu arada Belediye başkanı değişmiştir… Sayın Şemi Bora’nın kültür ve sanata olan ilgisi yoğun olmuş ve başkanlığı süresince orkestraya konservatuar mezunu ve ülke içinde kendini iyi yetiştirmiş müzisyenlerin orkestraya katılmaları sağlanmıştır…Böylelikle LTB orkestrası, niceliği ve niteliği yüksek eserlerin orkestra tarafından seslendirilmesine başlanmıştır. Bu süreçte Lefkoşa’nın çeşitli park, meydan ve salonlarında konserler verilmiştir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ilk defa bir “Hafif Müzik Beste Yarışması” düzenleme şerefi Lefkoşa Belediye Orkestrası’na ait olduğu bilinmektedir. 2002 yılında klasik oda orkestrası klasik müzik sanatçılarının katkılarıyla kurulmuştur. Bu dönemde LTB başkanı Sayın Kutlay Erk’tir. Klasik müziğe önemin,arttığı bir dönem yaşanmıştır… Yıl 2006 ve LTB Başkanı Sayın Cemal Bulutoğlularının Başkan seçildiği döneminde kadrolu sanatçı sayısı 30 dur. Bu sayı gönüllüler ile 90 kişiye de bu dönemde ulaşmıştır… Can Sözer bu dönemde Orkestra şefliğine getirilmiştir. Sözer’ in askeri müzik okulu mezuniyeti sonrasında sekiz yıl GKKomutanlığı orkestrasında çalışmışlığı vardır.Tecrübesi tartışılmazdır. Lefkoşa Belediye Orkestrası Bünyesine, Oda Orkestrası, Pop/Latin Orkestrası, Oda Müziği Grupları, Halk Müziği Korosu ve Çocuk Korosu eklenmiş bu yöndeki etkinlikler ile toplumda müzik ses getiren olmuştur. Günümüzde LTB Başkanı Sayın Mehmet Harmancı’dır… Mehmet Harmancı Mahallemizde büyüyen çok sevdiğim arkadaşım Zehra ile Hüseyin Harmancı’nın oğlu olup, onun da müzik konusunda üstün bir gayreti ve teşviki olduğu, Can Sözer tarafından tekrar edilmiştir… Bu dönemde Can Sözer’in projeleri arasında Eylül ayı içerisinde hayata geçirmek istediği ‘ Çok Sesli Klasik Müzik Korosu’ vardır. Şef olduktan sonra ilk yönettiği orkestrada Kıbrıs halk türkülerini seslendirdiklerini ve 15 yaşında gitar ile başladığı müzik tutkusunun bu gün artarak devam ettiğini söyleyen Can Sözer’e en sevdiği şarkıyı sorduğum zaman, seçimde zorlanmış ve bu sorumu yanıtsız bırakmayı tercih etmiştir. Aynen bir babanın, hangi çocuğunu daha çok seversin sorusuna yanıt veremediği, derin duygular içindeydi. Can Sözer’i tanımlarken Beethoven’nin bu sözü tüm müzik severlere gelsin diyorum… ‘ Müziği kim anlarsa, başka insanların uğradığı tüm çöküntülerden kurtulur. ‘ 

Sarayın vazgeçilmezi

Bamya diyoruz sebze diyoruz alıyoruz.. Sadece tadı ile değerlendiriyoruz. Bizim mutfakta pişirilsede de küçük oğlum hayatında hiç sevmedi…Sevemedi.. Babamızın ise mutlaka pişirilmesini çok istediği bir sebze oldu. Gerek tazesi gerekse donmuş hali ile iyi yaptığım bir yemek… Ben seviyormuyum; hayır. Şimdilerde ise tam zamanı. Ayıklaması zor, dikenimsi hali ile elde siyah izler bırakan bir tür… Bamya çeşidi ne olursa olsun ,karın kısmında ise ufak bir çizik atılmalıdır. Bu bamyanın kızartılması sırasında yağı içine çekmesi, pişmesi aşamasında, sümüklenmemesi ve tadındaki olumlu yan etkisi olmaktadır. Çoğu insan, nedense bamyaya karşı önyargılıyız yoksa bana mı öyle geliyor bilmiyorum. Bu arada ‘Yediği bamyaya bak ‘ diyenlerle ‘bamya suratlı ‘ diyerek birbirlerine hitaptan çekinmeyeler de oldukça fazla, tabi her deyiş sahibinin ama bu söylemler bullezden sonra bamyada da bilindik deyişler… Hangi anlamda söylenirse söylensin ,bamya da nihayetinde bir sebzedir. Üretici zor şartlarda ekip yetiştirmekte ,dalından toplanması sırasında elde acı bırakacak nitelikte bir sebze… Üstelik manavdan kasasından alırken tek tek aynı boy seçilen bir sebze…Sebze üreticilerine kâr sağlayan manavların olmaz ise olmazı… Bilhassa Anadolu’da iplere dizilerek kurutulan kış ayları için saklanan ayrı özelliklerde ,bol soğan ile ev yapımı domates salçası ve taze limonu ile sofraların bir çeşiti… Kıymalısı, kuş başı kuzu Eti, bol domatesli etsiz şekli ile tercihlere göre pişirilen sebze… Sevmeyeni çok olan bamyanın mucizevi faydalarını da okudum.. sanki doğal bir şifa kaynağı gibi..köken Mısır diyorlar 12. Yüzyıldan beri var olan bir sebze… Mutfakta tek dert, ayıklarken yapışkan hali, bıçak üzerinde dahi bıraktığı iz, bamya kızartılarak giderilen sümüklenme halinin önlenmesi ,pişirmeye aktarılması,suyuna az biraz limon suyu koyarak yemeğin yenir hale gelmesi sağlanıyor… Faydalarına gelince, yazılanlara göre göğüs kanserinden,diyabete ve hatta depresyona kadar iyileştirici olduğu söylenen bamya özellikli bir sebze…Okuduklarım arasında…Karaciğer hastalıkları riskini de azalttığı kuvvetli bir antioksidan olduğu da ifade ediliyor.. Ruh halini de pozitif etkilediği söylenen bamya o zaman soframızda yerini almalı.. Afiyetle yenmeli..Bamya padişah sofralarının da vazgeçilmezi olduğu ve yıllardır Osmanlı mutfağıyla ilgili araştırma yapan Ömür Akkor yemek kitabında yer alan bilgiler de önemli yer tutuyor …Ve şöyle anlatılıyor …Ekşili zeytinyağlı bamya, saray mutfağında önemli bir yere sahip ve her padişah mutlaka sofrasında yer veriyor. Saray mutfağında bamyacıbaşı bulunuyor. 1730’larda yayınlanan genelge ile iyi bamyalar padişah için saray mutfağına alınıp kalanların ise satılmasına izin veriliyor.’ Demek ki bamya deyip geçmek olmuyor… Üstelik bamya tokluk hissi yaratması nedeni ile de diyet yapacak kişilerin masasından eksik olmamalı diyenler varken… Ülkemizde sebze ağırlıklı olmayan yeme alışkanlığı ve mangal tutkusu yabana atılmayacak bir alışkanlık… Halbuki sebzeye de önem verilerek Akdeniz Mutfağının dengeli beslenme şeklini hayatımıza rehber etsek belkide bu kadar hastalığa ilk müdahaleyi kendimiz yapmış olacağız…Yukarıda Mısır bamyanın kökeni demişken onlara ait fazla yemek yiyenlere de bir ata sözlerini öğüt niyetiyle aktaralım ‘ İnsanoğlu yediklerini dörtte biri ile yaşar. Kalan dörtte üçü ile de doktoru geçindirir.’ Acı gerçek budur…

Yolunuz açık olsun 

‘Alın yazınızı yalnız alın terinizle silersiniz’ diye bu günlere söz bırakan Halil Cibran, o zamanın şartlarında bu sözü söylemiş ki bu günlerde aynen uyuyor, söz üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekiyor… Hayatta hiç bir başarı eğer alın teri olmaz ise başarılamaz anlamında ve başarıyı yakalamak isteyenlere bir motivasyon niteliğinde özlü bir söz… Acaba bir gün gelecek bu sözleri söyleyenler gibi bu günün düşünürlerinin sözleri de paylaşılacak mı? Bizler belki göremeyiz ama mutlaka bir sözünüz olsun diye bu yönde çalışanlardan söz isteyenleriz…. Gelecek nesillere kalan olsun diyoruz… İnsan hali, her olay başka bir olayın takipçisi, zaman olur niye ben böyleyim diyen kişilerin feryatları kulaklarınızda çınlar. ‘Dert çok dinleyen yok’ diyen de var… Halinden memnun olan da olmayan da var… Alın yazısı bir insanın doğarken gelecek yaşam sürecinde başına geleceklerin önceden bilinir olmasını ifade ederken esasında çoğumuzun kullandığı kader böyle imiş cümlesinin tam açıklaması gibidir. Alın yazısı bir nevi kişinin kendini bulduğu ortamdaki yerdir. Nasip kısmet deyip oturmakla alnınızda yazılı kaderi kabullenmiş olursunuz, bu bir yere kadar doğrudur… Ancak başarı için çalışmanız, nasibinizi de kısmetinizi de artıracaktır… Niyetiniz ise çıktığınız yol ne olursa olsun sizi hakikate götürecektir… Her yolculukta araba hareket ederken, gemi yol almadan, uçak havalanmadan hepimizin mutlaka ettiği bir dua vardır… Nasıl ki Kıbrıs’ta yaşayan büyük büyük ninelerimizden o günlerde duyduğumuz ve bu günlere ulaşan söz; ‘ Duayı kalbinizden eksik etmeyin, dünya dua üzerinde durur’ deyişleri varken… Dua kişinin kendisi ile Yüce Rabbi arasında ,umudun, ümidin, sağlığın, isteklerin, yakarışıdır… Nasıl ki yolculuğa uğurlayacağımız kişinin özellikle denizaşırı yolculuklarda arkalarından evden çıkmadan su döküp su misali akıp gitsinler diye hayırlı yolculuklar didilediğimiz gibi Kıbrıslı Türklerin kültüründe var olan bu adet, sanırım bir çoğumuz tarafından halen kullanılmaktadır… Girne’de karşıda denizi görmemiz, uçakların Ercan kalkışından sonra Girne üzerinden geçişi bizlere her günde havada karada denizde olanlara ‘ Allah yol açıklığı versin’ duasını mutlaka yaptırır…Dua zaten her an yapılanı ile makbuldür, yoksa acil bir durumda her bireyin refleks bir çağrısıdır… Hele hava şartları müsait değilse ve gece karanlığında sabaha yakın uçak geçişlerinde, insanı mutlaka heyecanlandıran, gecenin sessizliğindeki korku gibidir… Uçağın yolcuları ‘ben korkmam’ dese bile inandırıcı olmaz, nitekim uçak tekerleri piste değdikten sonra pilotu alkışlamak gibi bir geleneğimiz de varken… Haberini izlediğimiz uçağa yıldırım çarpması, pilotun önündeki camın hasar görmesi, hava alanı ile irtibatının kesilmesi bizlere sanki uçak içindeymişiz gibi duygular bütününe sevk etti. Bu durumda Çanakkale Askeri hava alanına sağ salim yolcuları hasarlı bir uçakla indiren pilotları, uçak mürettebatını tek tek kutlamak ve teşekkür etmek gerekir… Elbette uçaklar yolculuk için vazgeçilmez olan, her gün her dakika havada olacak olan ulaşım araçları ama görevli pilotların deneyimli olması çok önemli… Uçakların bakım ve onarımı önemli … Sonuç olarak dua ve şükür etmekten hiç bir zaman imtina etmiyoruz ve nice yolculukların sağ salim yapılmasını Tanrı’dan niyaz ediyoruz.

Müsade edersen nefes alacağım 

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu. Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu. Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden… Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. 

Şiir ve Hümeyra Sesi ile seslendirilen müziği unutmak mümkün değil… Yahya Kemal’i her zaman hatırlayanlarız ama yaşadığı olaylarda kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevapları ile ünlü olduğunu da biliyoruz… Nitekim Çok şişman olan Yahya Kemâl, bir yokuşun sonundaki lokantanın önünde dinlenirken, içeriden çıkan garson: -Buyurun beyim, diye atılmış. Ne alırsınız? Yahya Kemal, tebessüm edip: -Evlât, demiş. Müsaade edersen biraz ‘nefes’ alacağım. Nefes almak konusunda oldukça çarpıcı bir cevap olsa gerek… Okuduğum zaman ilgisi var veya yok yıllarca önce TRT izlediğim dizi ‘Aşkın Yolculuğu’ ve Yunus Emre aklıma geldi… şöyle ki; ‘Yunus, köyündeki kıtlık sebebi ile buğday istemek için Hacı Bektaş-ı Veli dergâhına gelir. Hacı Bektaş-ı Veli, dergâhına gelen bu köylüye buğday yerine nefes teklif eder. Hacı Bektaş-ı Veli’nin nefes ile neyi kastettiğini anlayamayan Yunus, hayır nefes istemiyorum diyerek buğdayı alıp köyüne doğru yola çıkar. Yolda nefesin manevi bir öğreti olduğunu anlar ve Yunus, geri dönüp, pişman olduğunu ve nefesi istediğini dile getirir. Ancak Hacı Bektaş-ı Veli, artık onun nasibinin Taptuk Emre dergâhında olduğunu, oraya gitmesini söyler. Taptuk Emre dergâhına mürit olarak giren Yunus, bir süre çektiği zahmetler ve Taptuk Emre’den aldığı dersler neticesinde dervişlik mertebesine ulaşır fakat Taptuk Emre’nin kızı Balım Kız ona karşı sevgi hisleri beslemektedir. Yunus’un da Balım’a karşı derin ama hiç açıklamayacağı derin hisleri vardır ancak adının yanlış anılmasını istemediği sebebi ile izinsiz dergahı terk eder kendini, kendisini bulma arama yolculuğuna çıkar. Yunus Yıllar sonra geri dergâha döndüğünde Adının yanına Emre soyadını alır. Daha sonra Yunus Emre olarak anılır… 
Yunus Emre insanın kendi kendisiyle ilişkilerini en yalın ve anlaşılır bir anlatımla ifade edendir. Kendisi ile ilgili derlenen bilgilerde Türk tasavvuf edebiyatında kendine has bir tarzın kurucusu olduğu yazılmaktadır. Yunus Emre’yi tanımak, bilmek isteyenler için oldukça geniş bilgilere ulaşmak mümkün… Yunus Emre şiirleri ile ve düşünceleri ile geniş yankı uyandıran, benimsenen birisi olarak 20. yüzyılda yeniden dikkat çekmiş ve yansıttığı insan sevgisi bakımından yeni bir gözle değerlendirilmiştir… 1991 yılı, UNESCO tarafından Yunus Emre doğumunun 750. yılında bütün dünyada kutlanan ‘Yunus Emre Sevgi Yılında ‘ anılmıştır.Böylelikle Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü olarak 1946 yılında kurulmuş olan UNESCO gün gelmiş Yunus Emre’ in dünya çapında anılmasına yardımcı olmuştur. Yunus Emre dünya görüşünü sözlerine de yansıtan olmuştur. Örneğin ‘Dünya yalan kardeşim, dünya yalan! Var mı yalan dünyada bakî kalan. Mal da yalan, mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan.’ diyebilen olmuştur… Sevgi, saygı, sabır işte bütün mesele budur.


Söz meclisten dışarı

Tamahkârlık bir nevi doyumsuzluğun, insan üzerinde alışkanlığının, en bariz şeklidir… Tamahkâr olan insanı, tarif edecek olursak, bu gibi kişilerin ellerindeki nimetin farkında olmalarına rağmen, illaki daha çoğa sahip olma güdülerinin etkisinde yaptıkları davranışlar olarak da nitelendirebiliriz… 

Bir insan bir anda her şey olmaya kalkarsa bunun süreç içerisinde kendisini yıpratacağını bilmelidir… İşte bu durum kâr yapayım derken zarar eden insanın oynadığı oyunun son perdesi olur… İnsanlar ellerindeki mevcudiyetin envanterini çıkarmaları gerekendir. Envanter mal varlığının ticari anlamda bir çizelge haline getirilmesi, insanın borç alacak ilişkilerini yapılandırmasıdır, derken bir de psikolojik envanter vardır ki bu konu da son derece önemli olup bireyin kişilik, ilgi ve tutumlarıyla ilgili tipik davranışlarını ölçer… 
Kişiler hayata kendilerini hazırlarken en alt basamaktan yukarıya çıkışı kendilerine yükselmek açısından, hedef seçmeleri gerekirken, çoğu kişi en üst basamaktan aşağıya bakar ve durduğu bu son basamağa aradaki zorlukları bilmeden çıktığı için aşağıya bakarken, hayatına büyük bir korkuyu da arkadaş eden olur… İnsan hayatının her merhalesinde, ticarette olsun, sosyal hayatta olsun, siyasette olsun bu korku çekilmez olandır. Hele tamahkârlık taşıyan yüreğe sahipler ise bu durum kişilere bir müddet saadet veren, olmakla beraber bir an gelip tökezlenecek an olur. Böyle bir gidişin de kendilerine ihanet edeceğini bilmeden yürürler, yürümesine de yürüdükleri yolda kendi kazıdıkları çukura da düşen olurlar… Bu gibiler ihtiyaçları olmasa bile yalnızca daha fazlasına sahip olma hırsı içinde yaşarlar… Çok küçük şeylere tamah ederler… Tamah ettikçe beslenen hırsları ile bir yere gelirler gelmesine de hazmetmek konusunda zorlukları vardır… Bazı kişilerle yürütülen, ilişkilerde, tamahkârlık sadece maddi yönden sınıflandırılmamış kavramlar içinde kendini belli eder… 
Çocukluğumuzda güldüğümüz bazı olaylara, neden o günlerde tamahkârlık çerçevesinde bakmadığınız da ayrı bir konu… Mesela Üniversite tahsilinden dönen bir gencin yol kenarında, tarlada otlanan sürüyü görüp anne bunlar nedir deyişindeki soru içerisindeki beğenmemişlik gibi… Veya herhangi bir anlatım da ben Amerika’da iken, bu böyleydi diyebilmesinin, ağızdan çıkıp kulağa gelinceye kadarki, sarf edilen sözdeki detay, hakikaten acayip düşüncelerin, su yüzüne çıkması ile karşısındaki insana değerin kadar konuş der, gibi bir ima içerisine girebilmekte, bu durum ise ahlaki değerlerle, örtüşmemektedir. Birde konuşmalarını Türkçe sürdürürken cümle içine yabancı dil bildiklerini göstermek açısından sıkıştırılmış lisan ekleme hali vardır ki, sanki Türkçesini hatırlamaz pozisyonda bilgiçlik taslayanlar bu gruba girerler. Bu gösteriş ise hiç çekilmez, dahası bir de marka gösterileri yapanlar vardır ve maddi imkânlarını ön plana çıkarıp ağızlarından çıkan cümlelere ekleyenlerdir. Bu gibi davranış şekillerini sergileyebilmek açısından aza kanaat etmeyen çok kişiyi hepiniz tanıyanlarsınız. Hâlbuki her işin başı sağlık, sağlıklı günler diye yapılan seslerdeki samimiyetin insan hayatındaki öneminde olmak, dünya malının dünyada kalacağı gerçeğinden hareket ederek, davranışları düzenlemek, en iyi hal çaresidir… 
Çaresizliğin çaresi bulundu mu bilinmez, ancak insanlar kendi başlarının çaresini, her zaman bulmaya çalışanlardır… Az imkânı olan ve ihtiyacını kimseye bildirmeyen kişilerde vardır. Bunların onurları her şeyden önemlidir. Birde her şeyi olan, mevkisi var olan, maddi güç varlığı olmasına rağmen elini sımsıkı tutan ve akla gelebilecek en küçük şeylere bile tamah edenler vardır. Bu kişilerde her mekânda ve makamda kendini belli edenlerdir. 
Sonuçta bu tamah halinin, kendilerine zararı olacağını bilmeleri ve sakınmaları da bir menfaattir, Mevlâna ‘nın deyişi ile’ Tamah kulağa birşey duyurmaz’ dese de duymak gerektiğini bilmek gibi… 


Toplumun vebası bulaşıcı ve öldürücü 

Kıbrıs devamlı sıcak gündemi ile sıcak günleri içinde, Kıbrıs insanına eziyet çektirme konusunda uhdesinde birçok problemi taşımaktadır… 

Crans-Montana ‘nın ardından yorumlar hiç hızını kesmedi, liderlerin biraraya gelip aklın hakim olacağını söyleyenlerin yine yıllarca sürecek müzakereler için konu başlığı çekecek sıkıntılarının kalmayacağı da açıkça meydanda… Anlaşma olur, olmaz konuları ile devamlı konuşuluyor… İç bünyede devamlı hor görme hali devam etmesi de ayrı mevzu kaynağı olmaktadır… 
Hafta sonu oldukça kalabalık sayıda ağırladığımız arkadaşlarımızın ayrı ayrı ama sonuçta fikir birliği saydığım kanaatleri antlaşmanın bundan sonraki süreçte olma ihtimalinin olmadığıdır… Bir arkadaşım ise köşe yazılarını okumayı çok sevdiğini söyleyince hangi yazarları tercih ediyorsun soruma haberlerde işitmediğimiz konularda yazan yazarları diye cevap verdi. Belli ki okuyucu derin mevzulardan oldukça sıkılmış, ayrıca olumsuz her türlü eleştiriyi içinde öneri olmaması halinde beğenmediği söylüyor… Bu gün tesadüfen görüp okuduğum, etkilendiğim ve seçme olduğu ifade edilen hikayeyi yine sizlerle paylaşacağım… 
Hepinizin bildiği gibi veba öldürücü ve bulaşıcı bir hastalıktır… Korkunun ecele faydası yoktur cümlesinden hareketle ilginç gelen anlatım aynen şöyle, ne diyebilirim, keyifli okumalar . 
‘Bir gün bir kervan Bağdat yönüne doğru ilerlerken yolda Veba’ya rastlar. Kervan başı Veba’ya, “Sen niye Bağdat’a gidiyorsun?” diye sorar. Veba, “5 bin kişinin canını almak için” diye yanıt verir. Aradan zaman geçer, Bağdat’tan dönen kervan dönüş yolunda yine Veba’ya rastlar. Kervanbaşındaki kişi Veba’ya, “Bana yalan söyledin. 5 bin kişinin canını alacağım dedin. Ama sen 50 bin cana kıydın” diye bağırır. Veba, bunun üzerine şu yanıtı verir: “Ben 5 bin kişiyi öldürdüm. Geri kalanı korkudan öldü.” Korkunun ecele faydası yok, derler. Bunu bildiğimiz halde korkarak yaşamamızın nedeni ne? 
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkân yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki, “Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem.” Ünlü yazar Shakespeare, bu konuda şöyle diyor: “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor… Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.” 
O kadar çok korkuyoruz ki, korkularımızdan yaşamaya zaman kalmıyor. Oysa mutluluk, eyer vurulacak bir at değil. Garantisi yok, süresi yok. Onun için mutluluk yakalandığında, korkmakla vakit kaybetmek yerine, onu değerlendirmek gerek. Ama bunu kaçımız başarıyor? Kaçımız, “Bugün mutluyum. Tadına varayım” diyebiliyor? Lord Byron’ın dediği gibi, “Mutluluğu tatmanın tek yolu onu paylaşmaktır, çünkü mutluluk ikiz olarak doğar.’ 
Okunası hikayelerde, gerçeklerin varlığında, yaşanılası bir çevre ancak mutlu ve umutlu insanların başarısı ve inancı ile olur… Yoksa dert yumağı gibi hiç bir atılım yapmadan yuvarlanıp gitmenin hiç bir faydası olamaz… Yaşadığımız ülkenin hep kötü yönlerini görmek, ön plana çıkarmak ne kadar doğru, ne kadar yanlış hep birlikte düşünüp karar üretmek gerekir… Belki de bu kararların üretilmesi ile çevremizde daha mutlu insanları görebileceğiz… Hiç bir konuda inatlaşmak da çare değildir… Zaman her şeye muktedirdir… Yaşayıp görmek gerek… 

Dedi ve kodu, oldu sana dedikodu

Dikkat edilmesi gereken çok önemli davranış şekillerinden birisi de olmadık ,aslı astarı olmayan şeyler üzerine konuşmak, yorum yapmak, ve bu yorumların yayılmasını sağlamak konusunda uzmanlaşmış kişi davranışlarının hiç de hoş olmadığıdır. 

Gıyabet yani kötüleme , çekiştirme yerme anlamındadır. 
Söylenen sözler eğer karşınızdaki insanı rahatsız edecek sözlerden ise, niyetiniz ne olursa olsun söylememek gerekir. Çünkü o kişinin hoşuna gitmezse bu çekiştirme olur. Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendinize söylendiği zaman hoşlanmayacağınız bir şeyi, tanıdıklarınız hakkında ,arkasından konuşmanız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılılır ve anlaşılır olandır… 
Dedikodu, insan veya insanla ilgili çalışmaları, görevi, ailevi hayatı, dini, milli duyguları , giyimi, evi, arabası, sahip olduğu mal varlığına kadar birtakım şeyler üzerinden yapılan sözlü veya yazılı ifadelerdir. Kişinin kilosunun yani fiziki özelliklerinin dedikodusunu dahi yapanlar vardır… Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi mevzu bahis olduğunda, çoğu kişinin kalbi kırılır… Benim kanaatime göre her dedikodu, yapan kişinin kendi egosundaki ezikliği, bir başkasını örnek göstererek,kendini teselli etmenin ötesinde bir davranış şekli ve kendi zaafiyetinin açık göstergesidir… 
İnsan hayatının devamında hoşa gitmeyen birçok davranış şekilleri vardır…Ve bu özellikleri taşıyan, bu gibi kişilerin toplum içinde pek saygınlığı olduğu da söylenemez… Mesela bir duble içip ne söylediğini bilmeyenlerin varlığı her zaman rastlantılar içinde olandır, ne de olsa alkol şişede durduğu gibi durmuyor… 
Birde durduk yere ayık kafa ile dedikodu yapanlar vardır… Dedikodu her nekadar da kişileri rahatlatan bir mevzu bahis olsada, bir konu hakkında anlatacak bilgileri olmadan bölük pörçük bilgiler ile dedikodu yapanların kendilerine ait bir hayatları yoktur. Muhabbet olsun diye bu işi yapanlar ve benzerleri ile, onun bunun eksik bilgilerininin dedikodusunu yüz yüze yapanlar günümüzde dedikoduyu klavye ile yapmakta ve vakitlerini geçirmektedir. İşin tuhafı bunu yani dedikoduyu ,mizah olarak yaptıklarını da çekinmeden açıklamaktadırlar… 
Birde üzerinize yapışan, arkanızdan ayrılmayan grubuna girenler vardır, bu gibi kişiler için de temkinli olmak gerekir çünkü hiyanette bunların üstünde insan yoktur…Ayrıca insanlara karşıt insanların gizli kıskançlıkları da dikkate alınmalıdır… Bu gibi kişiler de her zaman tecrübeli kişilerce tesbit edilebilecek kişilerdir… 
Bazı hallerde özel hayatınıza bulaşan sosyopatlardan da kaçınmanız gerekir, mutluluğun da kıskançlığı vardır… En tehlikeli durumların bir tanesi de budur… Bu gibilerin kalplerinde nifak tohumları çoktur… Bazı hallerde ektikleri filizlensede çabuk kuruyandır…Bu tür kişilerden de uzak durulması gerekir… 
Bir de yalan söyleyenden korkunuz… Hiç bir zaman yalanın büyüğü küçüğü olmaz…Yalan söyleyene yalancı demek hakkınız bakidir…Etrafınızda dolaşıp , yanınızdan ayrılmayıp devamlı iltifat eden kişilerin durumu da oldukça garip davranışlardır. Nihayetine her insan kendi haddini bildiği kadar kendi kendini en iyi tanıyandır… Mütevazi davranmayacağını ve bilgisinden ödün vermeyeceğini bilendir…Birde uğursuz tipler vardır ki maddi bakımdan herşeye sahip ancak doyumsuz ve devamlı etrafa negatif enerji verenlerdir… Bu gibileri ,gördünüz mü bir metre uzaktan geçiniz derken; Mevlana’nın bu sözünü de hatırlatırım… 
Aldırma söylenenlere: Varsın, görenler seni bir ot sansın. Sen gül ol da, uğruna ötmeyen bülbül utansın.” 
Ben Demir Berova.Girne Limandan çıkmıştık, Özel dedemin çok sevdiği teknemizle yol aldık limanın arkasında denize girdik sonra biraz dolandıktan sonra dalgalar büyümeye başladı. Dalgalardan teknemize su girmeye başladı sonra denge kaybı oldu ve teknemiz yana yattı yandan teknemize çok fazla su girdi ve gemiden babamın hadi atlayın tekneden demesiyle atlamak zorunda kaldık .En son gemiyi süren babam atladı hani derler ya kaptan gemisini en son terkeder aynen öyle, teknemiz neyseki kuma gömülmedi ters devrilip durdu sonra ordan balıkçı abiler sahil güvenliği aradı ve sahil güvenlik abimi ve arkadaşını aldı. Bizde Oğusan abim,Ali abim ve babam ile kayalardan tırmanarak karaya çıktık. Teknemiz alabora olmuştu ama neyseki hepimiz iyiyiz sonra annem gelip bizi aldı Can yeleği ile denize atladığımda babamı görünceye kadar ağladım. Denizde kardeşimin Özel abimin çok çabuk dalgalar içinde beni bulması bana sarılmasını unutamam…Babam ise bizim tekneye bakarak olan Ecevit abi ile birlikte teknemizi su üstüne çıkardılar ve limandaki yerine koydular teknenin tentesi ve demirleri kopmuştu bizlere geçmiş olsun diyenlere ailem adına teşekkür ederim.  


Savaşın gölgesindeki çocuklardık

Sıcak bir pazar gününde Temmuz’un sıcağınızda nefes almak ne kadar zor… İnsanın canı dışarıya çıkmak istemiyor. Gece klima ortamı, gündüz klima serini derken bağımlılık evde kendini televizyon önünde, ya sosyal medyada ya da koltukta pineklemekle geçecek vakitlere bırakıyor… 


İnsan bir müddet dışarılara çıkmaz olursa öyle bir an gelir ki çıktığınız zaman sıcak nedeniyle keyif almaz olursunuz… Zaten sokakta ilk karşılaştığınız veya telefonda konuştuğunuz anlarda bile birbirimize ilk cümleniz of! Ne sıcak olduğu gibi… Evin kalabalık olduğu saatlerde, ayrı bir hengame şimdilerde çocukları sosyal medya bağımlılığından kurtarmak adına eski günlerin oyunlarının ev serininde oynanması gündeme taşınmalı ki çocuklar sıcak saatlerde, öğlen sıcağında bahçelerde dolaşmasın… 

Eve taşınacak gündem mi yok demeyin, hatta çoluk çocuk yoksa dahi, eski yıllarınıza gidip zaman tünelinizde siz bir gezinin. Bir deneyin oynadığınız oyunları düşünmenin sizleri nasıl hafifletip dinlendirdiğini de göreceksiniz… Bazı çocuk oyunlarının evrensel olduğunu ve aşağı yukarı aynı kurallarla birçok ülkede oynandığını, pek çok oyunun yüzyıllar öncesinden günümüze ulaştığını, günümüzdeki seksek, körebe, ip çekme gibi oyunların o dönemlerde de çocukların sevdiği oyunlar olduğunu göreceksiniz. Çocuk oyunlarının bazıları yüzlerce yıldır aynı kalmışken diğerleri zaman içerisinde değişime uğramış farklı kurallarla oynanmaya başlanmış olsa da hepsinde ortak bir noktada buluşma vardır. Açık hava oyunları, ev oyunları ve kağıt-kalemle oynadığımız oyunlar, sportif oyunlar, müzikal oyunlar gibi pek çok oyun grubu birçok bilgilerde yer almakta olduğunu da biliyoruz… 

Oyun oynamak için illaki para harcamak oyuncak almak da gerekmiyor… Küçükken oynadığımız ve sevdiğimiz oyunlardan bir tanesi, kızma birader, sonrasında yılan oyunu, diğeri ise yemekten çıkan etteki kemik ve adı aşık ile oynadığımız oyunlar vardı. Sokaktan topladığımız parlak taşların sayısı beş olduğu zaman beş taş oynamayanımız da yoktu. Erkek çocuklarının, süpürge sapı ile oynadığı lingiri oyunu vardı… Dahası bizler köşe başlarına barikat kurup gelip geçene kimlik sorup geçişlerde aradaki ipten barikatı açarak oynayanlardık… Ne de olsa savaş görmüş çocuklardık… Mahallemizin çocukları ile hep sokaklarda olandık… Müyesser Abamız, İbrahim Dayımız, komşularımızda dahası Fezilabamız, İzzet Dayımız, Hediyebamız, Besimebamız, sokağımız içerisindeki bu gibi oyunları bizlere anlatanlardı… 

Mahallede oturan kiracı çocukları da vardı… Erdal Camgöz, babası Teyfik bey annesi Makbule Hanım, Ziraatcı Hakkı bey, Jülide hanım eşi Kemal Nidai bey Hürmüs hanım eşi Zafer bey vardı… Zafer bey benim ilk hüviyet kartımı çıkaran mürekkebi ve bilgi forumlarını eve kadar getirip, başparmak izimi alan, sonra kartımı getiren, Rum Türk Muhaceret Dairesi ileri üst düzey memurlarından idi… Dilek, Ali, Tamara, Rona, Nurten, Hasan, Ayşe, Kemal bizim zamanımız çocukları idiler. 3 yaş yukarı beş yaş aşağı olsak da uyumlu oyunlarımız vardı… Hulahup çevirmek de moda idi… İp çekme ile topaç çevirme, pirilli, pirillinin eneğini bilenlerdik… Saklambaç oynarken saklandığımız yeri de iyi seçenlerdik… Körebe oynarken hafiften gözlerimizin bağından bakarak istediğimiz kişileri de yakalardık… Tek yasağımız vardı köşeyi dönüp diğer sokaklara güvenliğimiz açısından geçmeyecektik… Daha ileriki yıllarda ortam daha değişik olsa da bisikletlerle gezinti yılları da oldu… Bütün bu anıları niye yazdım biliyor musunuz? Bir kitabı, diğer kitaplar arasında bulduğum için… Kitap Oğuz M. Yorgancıoğlu’na ait adı ‘Kıbrıs Türk Çocuk Oyunları’ 2015 yılında 2. baskısı yapılmış içerisinde bahsedilen birçok oyunun bizler tarafından neden o eski yıllarda oynanmadığını da düşündüm… Belki de bu oyunları öğretmek, çocuklara verilecek en güzel armağan olur, anı olur diye düşündüm… Bu oyunların öğretileceği, çocukların orda iyi vakit geçirebileceği yerler yerine niye Zıp zıpların, kaydırakların, salıncakların, tahterevallilerin olduğu parklar var da bu kitaplardaki geçmişin oyunlarının oynayabileceği yerler olmasın dedim… Belki de şimdiki genç anne ve babalara bu oyunları çocuklarına öğretme çocukları ile ayrı bir iletişim kaynağı olacaktır.. Nitekim Yorgancıoğlu Kıbrıs çocuk oyunlarına kitabında geniş ve 250 oyundan fazlasına yer vermiştir… Emsalleri vardır… Bu gibi kültürümüzü yansıtan kitapları okumak ve örnek almak, geçmişten bu güne uzanmak, oyunları ileriye taşımak, zamanı değerlendirmek, zihin yorgunluğunu üzerimizden atmak açısından iyi olur kanaatindeyim. Devamlı çocuklara ders çalış demek yerine araya oyun sıkıştırmak da ayrı bir metot… Ne demişler…’Çocuk oyunları hayatın bir çekirdeğidir. Bütün İnsanlar orada gelişir, büyür ve oluşumu, insanın en güzel ve en olumlu yetenekleri ile orada yükselir.” 

Yüreğimiz Türkiye ile atıyor 

Türkiye’de Ege bölgesinde 6,3 deprem olduğu saatten beri bu korkunç doğal afetin arkasından sosyal medya hesaplarında da deprem yaşanıyor… Deprem olurken sarsıntıyı gösteren görsellerle Twitter olsun Facebook olsun birçok paylaşım ve yorumda gündemi değiştirecek ifadeler dolaşıyor. 


Kimisinin eğlencede olduğu saatlerde kimisinin hastane koridorlarında ve sokaklardaki görüntülerinde bizlerde, depremi yaşadık, hissettik… Deprem bölgesindeki arkadaşlarımızı aramak için sabahı heyecanla bekledik… Doğal afetler inşallah tekerrür etmez desek te yine de oluyor. Tedbirli olmak mahiyetinde ve halkın eğitimi ve ilgili birimlerin bu husustaki çalışmalarını izlerken geçmiş olsun Türkiye diyoruz… Deprem konusunu ‘Depremin yaşattıkları ve biz’ başlıklı yazımda kaleme almış ve KKTC Sismoloji bölüm sorumlusunun Sayın Haluk Doğandor ile yaptığı röportajı Kıbrıs’ta deprem ihtimalini, deprem olursa 7 şiddetine yakın olabileceği tahminleri var olduğunu yazmış hatta Kıbrıs coğrafyasında olması muhtemel depremlere karşı hem halk hem de ilgili kuruluşlarca hazır ol da olmalıyız demiştim. 

Bu günlerin sıcak havası eskilerin ifadeleri ile akşamları kızaran bulutların iyiye delalet etmediği endişesi ile inşallah, deprem yaşamayız, duamız ve temennimizdir… 43 yılı geride bıraktığımız güne gelince; Türkiye Başbakanı Sayın Binali Yıldırım ve eşi, 20 Temmuz 1974 Barış ve Özgürlük Bayramı için Dışişleri Bakanı Sayın Mevlût Çavuşoğlu ile beraberlerindeki heyetin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Hüseyin Özgürgün daveti ile düzenlenen törenlerde ve etkinliklerde bulunmalarının ehemmiyeti bizler için Rumlara verilen mesaj açısından son derece önemliydi… Gerek Sayın Yıldırım’ın gerekse Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın mesajı, hem tören alanındaki seyircileri hemde biz evlerinden töreni televizyon kanallarından canlı olarak izleyenleri olumlu ve apayrı duygulara sevk etti… Nitekim Sayın Erdoğan Twitter hesabını etkin kullanan bir kişi olarak kendi şahsi hesabından paylaştığı twitler de aynen şöyle yazmıştır; ‘Kıbrıs Türk’ünün mevcudiyetine kasteden teşebbüsü akim bırakan Kıbrıs Barış Harekatı’nın 43. Yıl dönümü kutlu olsun ‘ derken twitlerini paylaşmaya devam etmiş ve ‘ Türkiye her zaman Kıbrıs Türk’ün yanında olmaya devam edecek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini desteklemeye devam edecektir’ diye belirtmiştir… Devamında ‘ Türkiye gerek Kıbrıs Adasında gerek Doğu Akdeniz’de barış, özgürlük ve istikrar ortamının teminatı olacaktır’ paylaşımından sonra ‘ Şahsım Büyük Türk Milleti adına Kıbrıs Türk Halkı’nın 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramını gönülden kutluyorum’ diyerek twitleri ile dünyaya da mesaj vermiş ve son twitini yine milyonlarca takipçisi ile paylaşırken, ‘Kıbrıs Barış Harekatı’nda canlarını feda eden aziz şehitlerimizi rahmetle ve minnetle yad ediyorum ‘ diye yazmıştır…20 Temmuz gününde bu twitler bizlerce takipçilerince aynı gün okunmuştur… KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı’nın tören alanındaki konuşması, bazı kesimlerin hoşnutsuzluğuna sebebiyet verdi ise de, doğrular her zaman söylenmesi gerekenler olduğu cihetle büyük bir çoğunlukta, beğenilen bir anlatım ve konuşma olarak gündemdeki yerini uzun bir süre muhafaza edecektir… Günün en önemli saati ise Girne’den çoğu evden görülen ve semalarımızda uçan Türk Yıldızları jetlerinin uçuşu idi… Jetlerin gösterisi ise tek kelime ile muhteşemdi, Allah jetleri kullanan pilotlarımızı ve TSK ‘ne TSK nin ziyarete açtığı donanma gemilerini kullanan askerlerimizin bütününü korusun… Ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanını temsilen 20 Temmuz törenlerine katılan Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Fahri Kasırga’ya da teşekkürler. Selamlarımız Türkiye’ye ve Anavatanımıza olsun… 

Yaşam sana verdiklerini geri verir

Kişilik insanın sergilediği tavırdan bellidir… Kişi yetenek ve özellikleri ile her zaman gözler önündedir… Nitekim kişilik ile ilgili gözlemlerde anlatılanlar da hayli ilginç ve ibret vericidir, işte bir tanesi…’ Sınıf, öğrencilerin gürültü ve patırtısıyla sallanırken çok sert görünümlü öğretmen kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşiri eline alıyor, tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor. ‘Bakın, bu kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey…’diyor. Sonra 1’in yanına bir 0 koyuyor; ‘Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik 1’i 10 yapar.’ Bir 0 daha koyuyor. ‘Bu, beceridir. 10 iken 100 olursunuz’… Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek… Disiplin… Sevgi… Eklenen her yeni 0’ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor öğretmen, sonra eline silgiyi alıp en baştaki 1’i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve diyor ki ‘Kişilik olmadan diğerleri bir hiçtir…’ 

Güzel bir tanımlama bir bakıma ne kadar okursanız okuyun, bilirseniz bilin, eğer bu kazanımlarınızı gereği gibi gereken yerde kullanamıyorsanız kişiliğinizden verdiğiniz ödün ile kocaman bir hiç olursunuz, kaybedersiniz diyor, her bireyin yetenekleri ayni olmayabilir. Ancak kişi kendini, kendi yapabilecekleri ile eğitime alması gerektiğini bilen olmalıdır… Disiplin, kişilerin prensiplerine uygulayacağı sınırda, kendisini bulmasıdır… Sevgi olmadan, yapılan işi sahiplenme duygusu olmadan, başarıyı yakalamak imkânsızızdır. 
Kişilerin bazı hallerde, birbirleri ile ilgili tutumlarının oldukça zayıf olduğu görülür ve çoğu halde, bu gibi durumların bakışlarda dahi, belli olduğu görülür… Sözel olsun, yazılı olsun, bu zayıflık her haliyle ifadelerde gözlerimiz ve kulaklarımızda sırıtan bir hal alır… Diğer bir anlatımı yine çok beğenerek okuyacağınızı ve çoğu kez öncelikle aynaya, kendimizin bakması gerçeğini de ifade edeceği için sizlere aktaracağım… Başka yazacak konu mu yok demeyin her anlatım ayrı bir çağrışım ile çok şey hatırlatan ve çoğu kez yaşamın kendisini, bulduğumuz, bize ders niteliği taşıyan, düşündürücü ve yeni gündem yaratacak cinsten oluyor… Yoksa icraatlarda takip elbette gerekli ama usul hal ile anlatmak daha da önemli, çoğu kez ayni havayı soluyan kişilerin birbirlerini sanki düşman gibi görmeleri de hiç hoş değildir… Hayat yaşamak için insanlara verilen en güzel lütuftur. Tabii kullanmasını ve değerini bilenlere… Bilmemek için ise hiç sebep yok… Öğrenilmesi için sadece gayret gerekir… Gelelim örnek anlatımımıza; ‘Bir baba ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarken birden çocuk takılıp düşüyor ve canı yanıp ‘AHHHHH’ diye bağırıyor. İlerideki dağın tepesinden ‘AHHHHH’ diye bir ses duyuyor ve çocuk şaşırıyor. Merak ediyor ve ‘SEN KİMSİN?’ diye bağırıyor. Aldığı cevap ‘SEN KİMSİN?’ oluyor. Aldığı cevaba sinirlenen çocuk ‘SEN BİR KORKAKSIN’ diye tekrar bağır. Dağdan gelen ses ‘SEN BİR KORKAKSIN’ diye yine yankı verendir… Çocuk babasına dönüp ‘BABA NE OLUYOR BÖYLE?’ diye soruyor. ‘OĞLUM’ diyor adam, ‘DİNLE VE ÖĞREN!’ ve dağa dönüp ‘SANA HAYRANIM’ diye bağırıyor. Gelen cevap ‘SANA HAYRANIM’ oluyor. Baba tekrar bağırıyor, ‘SEN MUHTEŞEMSİN!’. Gelen cevap ‘SEN MUHTEŞEMSİN!’. Oğlu çok şaşırıyor, ama hala daha ne olduğunu anlamamıştır… Babası açıklamasını yapıyor. ‘İnsanlar buna `Yankı` derler, ama aslında bu `Yaşam’dır. Yaşam daima sana verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sev! Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir.’ Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdır.’ der… Basit ama yaşamın beceri, saygı, sevgi ve sabır etrafında dünya gerçeğinde yer aldığını ve kişiliklerde, pusula vazifesi gördüğünü anlatması, açısından kanaatimce son derece önemlidir. Nasıl yankı yaşam ise; sana hayatı üç kelimeyle anlatırım diyenler olduğu gibi… ‘HAYAT DEVAM EDİYOR’